DOLAR

30,1045$% -0.01

EURO

32,7584% -0.03

STERLİN

38,0444£% 0

GRAM ALTIN

1.962,95%-1,24

ÇEYREK ALTIN

3.323,00%-0,32

BİTCOİN

1302035฿%1.00412

İmsak Vakti a 02:00
Diyarbakır HAFİF YAĞMUR
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyonkarahisar
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkâri
  • Hatay
  • Isparta
  • Mersin
  • istanbul
  • izmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kahramanmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce
a

Tolstoy’a Huzur Reçetesi

Bir insan düşünün ki şöhret, makam, saygınlık, para, kadın ve daha nice dünya lezzetine sahip olsun.  Ve bu  lezzetin içinde baş döndürücü bir hızda iken bir anda dursun. ve artık bu tür şeyler bana zevk değil, ızdırap veriyor desin. Ve  sahip olduğu her şeyden bir anda vazgeçsin. İşte bu kişi Lev Tolstoy’dur.

Tolstoy 28 Ağustos 1828 yılında Yasnaya Polyana’da Ortodoks Hristiyan inancına mensub soylu bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Savaş ve Barış, Anne Karenina gibi gerçekçi kurgunun zirvesinde eserler ortaya koyan Rus edebiyatının en önemli yazarlarındandır. İç dünyasında yıllar süren bir arayışın peşinden koşmuştur.

Maddi başarısı ve sosyal makamına  rağmen hayatını anlamsız gören  Lev Tolstoy’un kendisini ve dini anlamaya çalıştığı denemeleri,  hayatı anlamaya çalışan herkese hitap ediyor. Çocukluğunda öğretilenleri geride bırakmasıyla başladığı kendini bulma yolculuğunda Tolstoy varoluşun  sebeplerini felsefe, bilim ve çeşitli doğu inanışları gibi pek çok farklı yerde arıyor.

Ölüm hariç her sıkıntının çaresi vardır.  Tolstoy’u   intihar etme eşiğine getiren bu sancılı arayışın elbette ki bir reçetesi vardı.  Lakin doğruyu  yanlış yerde aramak,  yanlış ilacı kullanıp sancıyı katmerleştirmek olacaktır. İşte İslamı, diğer dinlerden ve farklı felsefik yaşayışlardan ayıran en önemli özelliği, hayatı anlamlı kılmasıdır.  Yanı varoluşu, yaşamın gayesini ve ölüm gibi konuları akılcı ve tatmin edici bir reçeteyle sunması olmuştur.

Kendisini ve yaptığı işi tanımlama girişimi Tolstoy’u intihar etme eşiğine getiren basamakların birincisi olmuştur. Yaptığı işi ilk olarak şöyle tanımlar: ‘Biz fikir üreten insanlar yani biz sanatçılar toplumda en büyük nüfuza sahip kimseleriz. Bizim mesleğimiz insanlığa öğretmenlik yapmaktır.  Ben öğretilerimle,  yazdıklarımla hayranlık uyandıran bir sanatçıydım. Ama ne öğrettiğimi ben de bilmiyordum. Ünlü biriydim, bu da öğrettiklerimin doğru şeyler olduğunu gösteriyordu.  Aslında bu bir inançtı. Sanatın anlamına ve hayatın ilerlemesine sebep olan bu inanç bir dindi. Ben de bu dinin papazlarından biriydim. Bu dinin papazları birbiriyle anlaşamazlardı. Her birisi  kendi öğretileri dışındaki bütün öğretileri yanlış kabul ederdi. Her bir yazar gerçek öğretmen olarak sadece kendisini görürdü. Kilise papazlarının içinde bulunduğu durum da bundan  farksız değildi. Bunlar da sadece hakikatin kendi öğretilerinde, ayinlerinde, mensup oldukları  mezhepte  aranması gerektiğini söylerlerdi.  İşte bütün bunlar karşısında inandığımız şeylerin doğruluğunu sorgulamaya mecbur kaldım.’’

Shakspeare, Puşkin , Moliere hatta dünyadaki geri kalan bütün  yazarlardan daha ünlü olacağını hayal ediyor  ve bunun için çalışıyor.  Sonra kendisine ‘ünlü olacaksın da ne olacak, er ya da geç yaptığım bütün işler, her neyseler unutulacak ve  ben var olmayacağım.  Ben olmadıktan sonra eserim olsa da olmasa da  ne değişir ki? O halde daha fazla çabalamak niye? Çünkü çabalasam bile bunların tamamını yok edecek kaçınılmaz ölüm var. İşte bu yüzden ünü ben ne yapayım? İnsan bu gerçeği nasıl da göremez? Nasıl yaşamaya devam eder.  Niçin yaşayayım? Niçin herhangi bir şeye karşı istek duyayım? ’ gibi düşünceler gelince her şeyden birden elini çekiyor. Yaşamaya değer hiçbir şey görmüyor.

Bu tür soruların cevabını önce deneysel bilimden sonra soyutsal bilimden aramaya başladı. Tabi tek aradığı ölüm ile ilgili sorular değildi. Varoluş ile ilgili sorular da vardı. Koca evrende benim vazifem  ne? Hayatımın anlamı ne? Hayat ne? Ben olmasam evrende ne eksilir? Niçin varım?

Deneysel bilimden aldığı cevap onu pek  tatmin etmemişti. Hatta bilim bu sorulara cevap dahi verememişti. Bilime bu soruları sorduğu için acaba suçlu muydu?  Hayır  varoluş ile ilgili bu sorulara cevap verme iddiasında bulunan  bilimdi.

Mesela ışığı, kimyasal bileşikleri, organizmaların gelişimlerini, kütlelerin kanunlarını ve şekillerini, sayıların ve miktarların ilişkilerini ve aklımıza hükmeden kanunlarını bilmek istiyorsak, bilimin bunların hepsine verecek açık, kesin ve doğruluğu sorgulanamaz cevabı vardır.

Ancak ‘‘Niçin yaşıyorum’’ ? sorusuna:

‘‘Sonsuz uzayda ve sonsuz zamanda sonsuz derecede küçük parçacıklar, sonsuz bir karmaşıklık içerisinde biçim değiştirirler ve biz dönüşümlerin yasasını anladığımızda yeryüzünde niçin var olduğunuzu da anlayacağız’’ şeklinde cevap vermesi bir hayli enteresandır.

Tolstoy’ un tabiriyle ‘‘ bilim, hayata yönelik sorulara cevap bulmada  kendini zorladığında, bilimin alt dalları( sosyoloji, psikoloji, biyoloji,fizyoloji) kendi içinde müthiş bir fukaralığa ve çelişkiye düştüğünü görürsünüz.’’

Daha sonra soyut bilime aynı soruları sorar. ‘‘ ‘Ben kimim?’  ‘‘Niçin varım ve evren niçin var?’’ Felsefe var olduğundan beri bu tür sorulara karşı hep aynı cevabı vermiştir. Filozof, varolan her şeydeki o varolan her şeyin özüne ‘‘idea’’, ‘‘öz’’, ‘‘ruh’’, ‘‘irade’’ , ‘arkhe’‘ne derse desin hep aynı şeyi söylemektedir. Söylediği şudur: ‘‘bu öz var ve ben bu özden oluştum.’’ Ama eğer tam düşünürse bu özün neden var olduğunu bilemez.  Bende şöyle soruyorum : ‘‘ Bu öz niçin var olmak zorunda ? Olması neye fayda sağlar?’’ Felsefe bu soruları cevaplamadığı gibi kendisi de zaten sadece bu soruları sormakla yetinmektedir.’’ Ya  da felsefenin  ‘‘Ben kimim ve evren niçin var?’’ sorusuna vereceği cevap ‘‘Hiçbir şey veya herşey’’ den öteye gidemez.

Bilim her şeyi sebep-sonuç çerçevesinde açıklar. En nihai sonucu açıklamadığı zaman bir saçmalıktan öteye gidemez.

Bilim de bu sorulara cevap bulamadıysa bu soruların cevabı başka nerede aranır ki? Hiçbir yerde!…  Bilime sarsılmaz bir otorite vermişti. Şimdi ise bilimin acizliğine şahit olmuştu. O otorite az önce yerle yeksan olmuştu. Çaresizliği, ümitsizliği gittikçe arttı. Artık yaşamanın bir anlamı yoktu. Odasındaki ipe gözü takıldı. Onu hemen dışarı fırlattı. Kendini öldürmekten korktu. Aklını kaybetmek üzereydi. Hobi olarak gördüğü ava çıkma işinden de çoktan vazgeçmişti. Çünkü her an tüfeği kendisine doğrultmaktan korkuyordu.

Yaşamanın bir gayesi yoksa yaşamak bir ahmaklık değil miydi?  İnsanlar o zaman neden bu kadar ahmak?  Çünkü yaşamın gayesi olarak gördükleri şey zenginlik, saygınlık gibi şeylerdi. Bunlar yaşamanın gayesi olamaz. İnsan zengin olmak için, saygınlık kazanmak için varolmuş olamaz. O vakit insan niye var? gibi sorular onu zamanla farklı mecralarda cevap  aramaya sürükledi.

Kendisini var edenin varlığını düşünmek dahi istemiyordu. Çünkü din kendisi için tamamen akıl dışı bir durumdu. Ayinler, İsa’nın hem tanrı olup hem işkence görmesi, insanlığın günahlarından  İsa’nın kefaretiyle kurtulması, aşai rabbani, ikonlar tamamen kendisi için bir saçmalıktı. Tamamen çelişkiydi. Ancak akılcı bilginin de sorularına cevap verecek durumu yoktu.

Artık bilim ve dinden tamamen uzaklaşır  Daha önce kendisi gibi aynı çaresizliğe düşen kişilerin varlığını araştırır. Bu kişiler Sokrat, Buda, Schopenhaur’dı.

Sokrat ‘‘Tendeki hayat büyük bir kötülük ve yalandan ibarettir. Bu yüzden bu hayatın ortadan kaldırılması bir nimettir ve bizim arzu etmemiz gereken bir şeydir’’der.

Schopenhaur ‘‘Hayat olmaması gereken şey, bir kötülüktür. Hiçliğe giden geçit, hayatta iyi olan tek şeydir’’ der.

Buda ‘‘insanın; acı çekmenin, güçten düşmenin, yaşlılığın ve ölümün kaçınılmazlığının bilincinde yaşaması mümkün değildir. Kendimizi hayattan kurtarmalıyız. Olası her türlü hayattan’’ der.

Bu güçlü beyinlerin söyledikleri şey yaşamın gereksizliğiydi. Bunu Tolstoy da düşünmüştü. Ama bu onun aradığı sorulara cevap değildi. Çünkü onların söyledikleri şey yaşama dair sadece tespitlerdi. Yaşamın gayesini açıklayan sebepler değillerdi. Hatta bu cevaplar Tolstoy’un içinde bulunduğu çaresizliği onaylamış oluyordu. Zira bu çaresizliğe düşen  tek kişi sadece kendisi olmadığına göre o  vakit gerçekten hayat anlamsız mıydı?

Artık onun için hayat boş, mutlu kişi henüz doğmamış olandır. Hayattansa ölüm daha iyidir. Ve insan kendini bu hayattan kurtarmalıdır.

Hayatı şu Doğu masalını örnek vererek somutlaştırmaya çalışır: ‘‘ Bir çölde yolculuk eden birinin karşısına bir aslan çıkar. O da kaçar ve bir kuyuya rastlar. Kuyuya atlar. Kuyu içinde asılı bir ağaca rastgelir. Ve o ağaca tutunur. Bakar ki kuyunun dibinde bir ejderha. Ağzını açmış, onun ağaçtan düşmesini bekliyor. Bilir ki kuyunun her iki ucunda da kendisini bekleyen ölüm vardır. Yine de o ağaca sımsıkı sarılır. Derken beyaz ve siyah olmak üzere iki fare  tutunduğu ağacı kemirmektedirler. Az sonra dal kopacak adam ejderhanın ağzına düşecektir. Yolcu bunu görünce ölümden kurtuluş olmadığını anlar. Dala tutunmaya devam etmekte ve aynı zamanda etrafına bakınmaktadır. Dalın yapraklarında birkaç damla bal görür. Bu damlalara diliyle uzanır ve onları yalamaya başlar.’’

İşte Tolstoy kendi çaresizliğini kuyudaki bu adamın çaresizliğine benzetir. ‘‘Biliyordum ki ölüm ejderhası beni bekliyordu. Ondan kaçış yoktu ve beni paramparça edecekti. Böyle bir işkencenin içine neden düştüğümü anlamıyordum. Beni bir zamanlar avutan o balı yalamaya çalışıyordum. Ama o bal bana artık tat vermiyordu. Siyah ve beyaz fareler yani gece gündüz hayatımı kemiriyorlardı. Eninde sonunda ölümün kucağına düşecektim.’’ İşte insan böyle bir durumda olunca nasıl kalbi ve ruhu huzur bulabilir ki? Tolstoy’un bu bahsettiği şey bir masal değildi.  Aslında hayatın ta kendisiydi. İnsanın sahip olduğu makam, zenginlik ve şöhret aslında kuyuda bulunan ağacın üstündeki bir baldı. Er ya da geç ejderha bizi yok edecek yani öleceğiz. Biz ise bal yiyerek kendimizi avutmakla ölümü unutmaya çalışıyoruz.

Tolstoy bu örnekle tüm insanların geçici zevklere kanıp ölüm gerçeğini nasıl unutmaya çalıştığını vurgulamaktadır. Ölüm her an bizi kovalamakta. Ve yakalayacaktır da. O vakit niye ölüm var? Madem ölüm var ve yok olacağız o zaman hayat bir şeylerin peşinden koşmaya yetecek kadar değerli değil. Hayat, bu kadar değerli değilse biz niye varız? Hayat kocaman bir yalan mı? Yaşamaya değecek bir şey yok. O vakit niçin yaşayalım ki? Ailemiz için mi? Aile yani eşimiz ve çocuklarımız sadece birer insan. Onlar da ya bu yalanın içinde yaşamaya devam edecekler ya da korkunç gerçeği görmek zorunda kalacaklar. Niçin yaşamaları gerekiyor ki? Onlar da çaresizliği hissetsin diye mi? Onları seviyorsak onlardan hakikati saklamamalıyız. Bilginin her bir basamağı onları hakikate, gerçeğe götüren klavuzlardır. Hakikat ise ölümün ta kendisidir.

Yukarıda Tolstoy’un anlattığı o masal aslında Suhuf-u İbrahim’de geçen bir hikayedir. Kuyudaki adam hikayesi diye bilinmektedir. Bu hikaye Hristiyan kitaplarında da yer edinmiştir. Küçük farklılıklarla aynı hikaye, Buda’nın öğretilerine de konu olmuştur. Yani ‘‘ölüm kaçınılmaz bir sondur. Ve hayat yaşamaya değer değildir. Her şey geçicidir. O vakit ölümü beklemek tek yapmamız gereken şey olması lazımdır’’ der Tolstoy. Ve bu şekilde hep huzursuz olarak ölümü beklemiştir. Hayattan en ufak bir lezzet alamaz duruma gelmiştir.

Şimdi Tolstoy’un dünyaya baktığı o pencereden bakmak yerine İslam nurunun parlaklığıyla dünyaya bakalım. Hayat beyhude midir? Yoksa belli bir düzenle döşenmiş bir misafirhane midir?

İslam alimleri de yukarıda ki misalin aynısını örnek vererek hayatı ve ölümü anlamlandırmaya çalışmışlardır. Bu misali iki kardeş üzerinden örneklendirirler. Birinci kardeş, hayatı lüzumsuz görür. Bu, Tolstoy’un içinde bulunduğu durumdur. Diğer kardeş ise her şeyin sebepler dairesinde hareket ettiğini görür ki bu da Hz. İbrahim ve yolundan gidenlerin durumudur. Şöyle ki:

‘‘Eski zamanda, iki kardeş, uzun bir seyahate beraber gidiyorlar. Git gide, tâ yol ikileşti. O iki yol başında ciddî bir adamı gördüler. Ondan sordular: “Hangi yol iyidir?” O dahi onlara dedi ki: “Sağ yolda, kanun ve düzene uyma mecburiyeti vardır. Fakat o az bir zorluk içinde bir emniyet ve saadet vardır. Sol yolda ise, serbestiyet ve hürriyet vardır. Fakat o serbestiyet içinde bir tehlike ve şekavet vardır. Şimdi tercih sizdedir.”

Bunu dinledikten sonra güzel huylu kardeş sağ yola  gitti. Ve nizam ve intizama bağlı olmayı kabul etti. Ahlâksız ve serseri olan diğer kardeş, sırf serbestlik için sol yolu tercih etti. Zâhiren hafif, mânen ağır vaziyette giden bu adamı hayalen takip ediyoruz:

İşte bu adam, dereden tepeden aşıp, git gide, bir çöle girdi. Birden müthiş bir ses işitti. Baktı ki, dehşetli bir aslan, meşelikten çıkıp ona hücum ediyor. O da kaçtı. Tâ altmış metre derinliğinde susuz bir kuyuya rast geldi. Korkusundan kendini içine attı. Yarısına kadar düşüp, elleri bir ağaca rast geldi, yapıştı. Kuyunun duvarında göğermiş olan o ağacın iki kökü var. İki fare, biri beyaz biri siyah, o iki köke musallat olup kesiyorlar. Yukarıya baktı, gördü ki, aslan nöbetçi gibi kuyunun başında bekliyor. Aşağıya baktı, gördü ki, dehşetli bir ejderha içindedir. Başını kaldırmış, otuz metre yukarıdaki ayağına yaklaşmış. Ağzı, kuyu ağzı gibi geniştir. Kuyunun duvarına baktı, gördü ki, ısırıcı böcekler etrafını sarmışlar. Ağacın başına baktı, gördü ki, bir incir ağacıdır. Fakat hârika olarak, muhtelif, çok ağaçların meyveleri, cevizden nara kadar başında yemişler var.

İşte, şu adam, anlayışsızlığından, akılsızlığından anlamıyor ki, bu basit bir iş değildir. Bu işler tesadüfî olamaz. Bu acayip işler içinde garip sırlar var. Ve pek büyük bir işlettirici var olduğunu akıl etmedi. Şimdi bunun kalbi, ruh ve aklı, şu elîm vaziyetten gizli feryat ve figàn ettikleri halde; nefs-i emmâresi, güyâ birşey yokmuş gibi davranıp, ruh ve kalbin ağlamasından kulağını kapayıp, kendi kendini aldatarak, bir bahçede bulunuyor gibi o ağacın meyvelerini ve ağacın üzerindeki balı yemeye başladı. Halbüki, o meyvelerin bir kısmı zehirli ve muzır idi.

Şimdi biz bu akılsız adamı bu sıkıntıda bırakıp ta öteki kardeşin haline bakalım.

İşte şu mübarek akıllı kardeş gidiyor. Fakat biraderi gibi sıkıntı çekmiyor. Çünkü güzel ahlaklı olduğundan güzel şeyler düşünür ve kendini sakinleştirir. Hem kardeşi gibi zahmet de çekmiyor. Çünkü kanun ve kurallara uyar. Asayiş ve emniyet içinde yoluna devam eder.  Sonra gitgide, bu dahi evvelki biraderi gibi bir çöle girdi.  Birden kendisine hücum eden bir arslanın sesini işitti. Korktu. Fakat biraderi gibi korkmadı. Çünkü hüsn-ü zannıyla ve güzel fikriyle ‘Bu yolda kanun, nizam ve düzen varsa ve bu düzene uyulmak mecburiyeti varsa burada aynı zamanda bir kanun koyucuda var demektir. Dolayısıyla  bu işler onun emri altında oluyor.’ diye düşünüp teselli buldu. Fakat yine de kaçtı, ta altmış metre derinliğinde bir kuyuya rastgeldi. Kendini içine attı. Biraderi gibi ortasında bir ağaca eli yapıştı. Havada muallak kaldı. Baktı ki iki hayvan, o ağacın iki kökünü kesiyorlar. Yukarıya baktı arslan. Aşağıya baktı bir ejderha gördü. Aynı kardeşi gibi bir acayip vaziyet gördü. Bu durum ona da korku verdi. Fakat kardeşinin dehşetinden bin derece hafifti.  Çünkü güzel ahlakı ona güzel fikir vermiş ve güzel fikri ise ona her şeyin güzel cihetini gösteriyor. İşte bu sebepten şöyle düşündü ki: Bu acayip şeyler birbiriyle alakadardır. Hem  bir emir ile hareket ederler gibi görünüyor. Öyleyse bu işlerde bir sır vardır. Evet bunlar bir gizli Hakimin emriyle dönerler. Öyleyse ben yalnız değilim, o gizli Hakim bana bakıyor; beni tecrübe ediyor, bir maksat için beni bir yere davet ediyor. Ve kendisini bana tanıttırmak istiyor. Böyle güzel düşünerek yalvarmaya başladı:

^Ey bu yerlerin Hakimi! Senin bahtına düştüm. Sana yalvarıyor ve sana hizmetkarım ve senin rızanı istiyorum ve seni arıyorum ve seni tanımak istiyorum^ işte bu niyazdan sonra, birden kuyunun duvarı yarılıp, şahane, nezih ve güzel bir bahçeye kapı açıldı. Belki ejderha ağzı, o kapıya dönüştü. Ve arslan kendisini bahçeye götürecek bir binek şeklini aldı. Ve onu içeriye davet ediyorlar.

Sol kardeş ise hala korkmaya mahküm ve asılı bir şekilde orda durmaya devam ediyor.

Şimdi yukarıdaki misal anlaşıldıysa bu misali hakikate tatbik edelim. Şöyle ki: O iki kardeş ise biri mü’min  ve kalbi salih olandır. Diğeri ise kalbi fasık ve ruhu kafir olandır. O iki yol ise biri Kur’an ve iman yolu. Diğeri ise küfür ve isyan yoludur. O çöl ise dünyadır. Ve o arslan ise ölüm ve eceldir. Ve o kuyu ise insan bedeni ve hayattır. O altmış metre derinlik ise insanın ortalama ömrüdür. O siyah ve beyaz fare ise gece ve gündüzdür, insanın ömrünü sürekli tüketmektedirler. O ejderha ağzı ise kabir kapısıdır. Fakat mü’min için zindandan bahçeye açılan bir kapıdır.  O  böcekler ise dünyadaki musibetler ve sıkıntılardır. Fakat bir mü’min için gaflet uykusuna dalmamak için tatlı uyarıcılardır. O ağaçtaki meyveler ise dünya nimetleridir. Cenab-ı Hak bu ağaçtaki meyvelerin numune olduğunu, aslının o bahçede(cennette) olduğunu anlatmak için o ağacı oraya koymuştur. O sır ve niyaz ise iman ve hikmettir. Ve o ejderha ağzının bahçe kapısına dönüşmesi şuna işarettir ki: Kabir ve ölüm, ehl-i küfür için zindan gibi sıkıntılı bir yer veya yokluk demektir. Ehl-i Kur’an ve İman için ise dünya zindanından baki bir bahçeye yolculuk ve hayat zahmetinden kurtulup rahatlığa açılan kapıdır.

Elhasıl: Her kim, fani ve geçici şeyleri esas maksat yaparsa zahiren bir cennet içinde olsa da manen cehennemdedir. Zira Tolstoy’un amacı iyi bir yazar olmak, tanınmak ve zengin olmaktı. Bu istediklerini elde etmesine rağmen dünya onun için bir zindan olmuştu. Çünkü bu istedikleri geçici lezzetlerdi.  Ve her kim ahiret hayatını esas maksat yapsa, zindanda dahi olsa saraydadır. Hz. İbrahim, Hz. Yusuf gibi dünyası ne kadar sıkıntılı olsa da dünya hayatını, cennete açılan bir kapı ve sıkıntılarını ise, kendisi için bir uyarıcı olduğunu anlar tahammül eder. Hoş görür ve sabır içinde şükreder. Hz. Süleyman ve Hz. Davut gibi ne kadar da dünya nimetlerine sahip olsa da bunlara bel bağlamaz, geçici ve numune olduğunu anlar. Asıl nimete kavuşmayı yani cennete gitmeyi arzular. Huzuru  bu dünyada aramaz. O Hakim’in, huzuruna varmak için niyazda bulunur. Yani dünyaya niye geldiğini anlar. Neden dünyada olduğunu anlar. Dünyada olmasının amacı;  geçici bal ve meyveler olmadığını anlar. Ölümün niye gerekli olduğunu anlar. Bunu anladıktan sonra insan huzur bulur, hayat anlamlaşır ve değer kazanır.  İşte Tolstoy’un peşinde koştuğu huzur buydu. Reçetesi de İslamiyet idi.

 

 Not: Tolstoy’un  ömrünün son günlerinde arayış peşindeyken Hindistan’da Sühreverdi’nin, ‘‘Hz. Muhammed’in Hadisleri’’ adlı kitabı ile karşılaştığı bilinmektedir. Ve bu kitabı okuduktan sonra ‘‘Hz. Muhammed’’ diye bir kitap yazar. Bunu Rusya’nın Porednik adlı yayınevinde bastırmıştır.

Hamdullah ASKAR

 

Muhammedilik, Haça tapmaktan mukayese edilemeyecek  kadar yüksekte duruyor. Aklı başında her insan, şüphe ve tereddüt etmeden Muhammediliği; tek Allah’ı ve onun peygamberliğini kabul ederdi.

 

                                                                                                                             LEV TOLSTOY

Kaynakça

  • Kur’an-ı Kerim
  • Sahih-i Buhari
  • Risale-i Nur /Said Nursi
  • İhya’ü Ulumuddin/Gazali
  • İtiraflarım/Lev Tolstoy/Lacivert Yayıncılık/Nisan 2016
  • Muhammed/Tolstoy/öteki adam yayınevi/2013/ss.128

 

YORUMLAR

s

En az 10 karakter gerekli

Sıradaki haber:

Heyhat BOP Projesi Dolu Ortalık

Diyarbakır Web Tasarım Ajansı

Diyarbakır Web Tasarım