30,1045$% -0.01
32,7584€% -0.03
38,0444£% 0
1.962,95%-1,24
3.323,00%-0,32
1302035฿%1.00412
15 Kasım 2024 Cuma
Bir insan düşünün ki şöhret, makam, saygınlık, para, kadın ve daha nice dünya lezzetine sahip olsun. Ve bu lezzetin içinde baş döndürücü bir hızda iken bir anda dursun. ve artık bu tür şeyler bana zevk değil, ızdırap veriyor desin. Ve sahip olduğu her şeyden bir anda vazgeçsin. İşte bu kişi Lev Tolstoy’dur.
Tolstoy 28 Ağustos 1828 yılında Yasnaya Polyana’da Ortodoks Hristiyan inancına mensub soylu bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldi. Savaş ve Barış, Anne Karenina gibi gerçekçi kurgunun zirvesinde eserler ortaya koyan Rus edebiyatının en önemli yazarlarındandır. İç dünyasında yıllar süren bir arayışın peşinden koşmuştur.
Maddi başarısı ve sosyal makamına rağmen hayatını anlamsız gören Lev Tolstoy’un kendisini ve dini anlamaya çalıştığı denemeleri, hayatı anlamaya çalışan herkese hitap ediyor. Çocukluğunda öğretilenleri geride bırakmasıyla başladığı kendini bulma yolculuğunda Tolstoy varoluşun sebeplerini felsefe, bilim ve çeşitli doğu inanışları gibi pek çok farklı yerde arıyor.
Ölüm hariç her sıkıntının çaresi vardır. Tolstoy’u intihar etme eşiğine getiren bu sancılı arayışın elbette ki bir reçetesi vardı. Lakin doğruyu yanlış yerde aramak, yanlış ilacı kullanıp sancıyı katmerleştirmek olacaktır. İşte İslamı, diğer dinlerden ve farklı felsefik yaşayışlardan ayıran en önemli özelliği, hayatı anlamlı kılmasıdır. Yanı varoluşu, yaşamın gayesini ve ölüm gibi konuları akılcı ve tatmin edici bir reçeteyle sunması olmuştur.
Kendisini ve yaptığı işi tanımlama girişimi Tolstoy’u intihar etme eşiğine getiren basamakların birincisi olmuştur. Yaptığı işi ilk olarak şöyle tanımlar: ‘Biz fikir üreten insanlar yani biz sanatçılar toplumda en büyük nüfuza sahip kimseleriz. Bizim mesleğimiz insanlığa öğretmenlik yapmaktır. Ben öğretilerimle, yazdıklarımla hayranlık uyandıran bir sanatçıydım. Ama ne öğrettiğimi ben de bilmiyordum. Ünlü biriydim, bu da öğrettiklerimin doğru şeyler olduğunu gösteriyordu. Aslında bu bir inançtı. Sanatın anlamına ve hayatın ilerlemesine sebep olan bu inanç bir dindi. Ben de bu dinin papazlarından biriydim. Bu dinin papazları birbiriyle anlaşamazlardı. Her birisi kendi öğretileri dışındaki bütün öğretileri yanlış kabul ederdi. Her bir yazar gerçek öğretmen olarak sadece kendisini görürdü. Kilise papazlarının içinde bulunduğu durum da bundan farksız değildi. Bunlar da sadece hakikatin kendi öğretilerinde, ayinlerinde, mensup oldukları mezhepte aranması gerektiğini söylerlerdi. İşte bütün bunlar karşısında inandığımız şeylerin doğruluğunu sorgulamaya mecbur kaldım.’’
Shakspeare, Puşkin , Moliere hatta dünyadaki geri kalan bütün yazarlardan daha ünlü olacağını hayal ediyor ve bunun için çalışıyor. Sonra kendisine ‘ünlü olacaksın da ne olacak, er ya da geç yaptığım bütün işler, her neyseler unutulacak ve ben var olmayacağım. Ben olmadıktan sonra eserim olsa da olmasa da ne değişir ki? O halde daha fazla çabalamak niye? Çünkü çabalasam bile bunların tamamını yok edecek kaçınılmaz ölüm var. İşte bu yüzden ünü ben ne yapayım? İnsan bu gerçeği nasıl da göremez? Nasıl yaşamaya devam eder. Niçin yaşayayım? Niçin herhangi bir şeye karşı istek duyayım? ’ gibi düşünceler gelince her şeyden birden elini çekiyor. Yaşamaya değer hiçbir şey görmüyor.
Bu tür soruların cevabını önce deneysel bilimden sonra soyutsal bilimden aramaya başladı. Tabi tek aradığı ölüm ile ilgili sorular değildi. Varoluş ile ilgili sorular da vardı. Koca evrende benim vazifem ne? Hayatımın anlamı ne? Hayat ne? Ben olmasam evrende ne eksilir? Niçin varım?
Deneysel bilimden aldığı cevap onu pek tatmin etmemişti. Hatta bilim bu sorulara cevap dahi verememişti. Bilime bu soruları sorduğu için acaba suçlu muydu? Hayır varoluş ile ilgili bu sorulara cevap verme iddiasında bulunan bilimdi.
Mesela ışığı, kimyasal bileşikleri, organizmaların gelişimlerini, kütlelerin kanunlarını ve şekillerini, sayıların ve miktarların ilişkilerini ve aklımıza hükmeden kanunlarını bilmek istiyorsak, bilimin bunların hepsine verecek açık, kesin ve doğruluğu sorgulanamaz cevabı vardır.
Ancak ‘‘Niçin yaşıyorum’’ ? sorusuna:
‘‘Sonsuz uzayda ve sonsuz zamanda sonsuz derecede küçük parçacıklar, sonsuz bir karmaşıklık içerisinde biçim değiştirirler ve biz dönüşümlerin yasasını anladığımızda yeryüzünde niçin var olduğunuzu da anlayacağız’’ şeklinde cevap vermesi bir hayli enteresandır.
Tolstoy’ un tabiriyle ‘‘ bilim, hayata yönelik sorulara cevap bulmada kendini zorladığında, bilimin alt dalları( sosyoloji, psikoloji, biyoloji,fizyoloji) kendi içinde müthiş bir fukaralığa ve çelişkiye düştüğünü görürsünüz.’’
Daha sonra soyut bilime aynı soruları sorar. ‘‘ ‘Ben kimim?’ ‘‘Niçin varım ve evren niçin var?’’ Felsefe var olduğundan beri bu tür sorulara karşı hep aynı cevabı vermiştir. Filozof, varolan her şeydeki o varolan her şeyin özüne ‘‘idea’’, ‘‘öz’’, ‘‘ruh’’, ‘‘irade’’ , ‘arkhe’‘ne derse desin hep aynı şeyi söylemektedir. Söylediği şudur: ‘‘bu öz var ve ben bu özden oluştum.’’ Ama eğer tam düşünürse bu özün neden var olduğunu bilemez. Bende şöyle soruyorum : ‘‘ Bu öz niçin var olmak zorunda ? Olması neye fayda sağlar?’’ Felsefe bu soruları cevaplamadığı gibi kendisi de zaten sadece bu soruları sormakla yetinmektedir.’’ Ya da felsefenin ‘‘Ben kimim ve evren niçin var?’’ sorusuna vereceği cevap ‘‘Hiçbir şey veya herşey’’ den öteye gidemez.
Bilim her şeyi sebep-sonuç çerçevesinde açıklar. En nihai sonucu açıklamadığı zaman bir saçmalıktan öteye gidemez.
Bilim de bu sorulara cevap bulamadıysa bu soruların cevabı başka nerede aranır ki? Hiçbir yerde!… Bilime sarsılmaz bir otorite vermişti. Şimdi ise bilimin acizliğine şahit olmuştu. O otorite az önce yerle yeksan olmuştu. Çaresizliği, ümitsizliği gittikçe arttı. Artık yaşamanın bir anlamı yoktu. Odasındaki ipe gözü takıldı. Onu hemen dışarı fırlattı. Kendini öldürmekten korktu. Aklını kaybetmek üzereydi. Hobi olarak gördüğü ava çıkma işinden de çoktan vazgeçmişti. Çünkü her an tüfeği kendisine doğrultmaktan korkuyordu.
Yaşamanın bir gayesi yoksa yaşamak bir ahmaklık değil miydi? İnsanlar o zaman neden bu kadar ahmak? Çünkü yaşamın gayesi olarak gördükleri şey zenginlik, saygınlık gibi şeylerdi. Bunlar yaşamanın gayesi olamaz. İnsan zengin olmak için, saygınlık kazanmak için varolmuş olamaz. O vakit insan niye var? gibi sorular onu zamanla farklı mecralarda cevap aramaya sürükledi.
Kendisini var edenin varlığını düşünmek dahi istemiyordu. Çünkü din kendisi için tamamen akıl dışı bir durumdu. Ayinler, İsa’nın hem tanrı olup hem işkence görmesi, insanlığın günahlarından İsa’nın kefaretiyle kurtulması, aşai rabbani, ikonlar tamamen kendisi için bir saçmalıktı. Tamamen çelişkiydi. Ancak akılcı bilginin de sorularına cevap verecek durumu yoktu.
Artık bilim ve dinden tamamen uzaklaşır Daha önce kendisi gibi aynı çaresizliğe düşen kişilerin varlığını araştırır. Bu kişiler Sokrat, Buda, Schopenhaur’dı.
Sokrat ‘‘Tendeki hayat büyük bir kötülük ve yalandan ibarettir. Bu yüzden bu hayatın ortadan kaldırılması bir nimettir ve bizim arzu etmemiz gereken bir şeydir’’der.
Schopenhaur ‘‘Hayat olmaması gereken şey, bir kötülüktür. Hiçliğe giden geçit, hayatta iyi olan tek şeydir’’ der.
Buda ‘‘insanın; acı çekmenin, güçten düşmenin, yaşlılığın ve ölümün kaçınılmazlığının bilincinde yaşaması mümkün değildir. Kendimizi hayattan kurtarmalıyız. Olası her türlü hayattan’’ der.
Bu güçlü beyinlerin söyledikleri şey yaşamın gereksizliğiydi. Bunu Tolstoy da düşünmüştü. Ama bu onun aradığı sorulara cevap değildi. Çünkü onların söyledikleri şey yaşama dair sadece tespitlerdi. Yaşamın gayesini açıklayan sebepler değillerdi. Hatta bu cevaplar Tolstoy’un içinde bulunduğu çaresizliği onaylamış oluyordu. Zira bu çaresizliğe düşen tek kişi sadece kendisi olmadığına göre o vakit gerçekten hayat anlamsız mıydı?
Artık onun için hayat boş, mutlu kişi henüz doğmamış olandır. Hayattansa ölüm daha iyidir. Ve insan kendini bu hayattan kurtarmalıdır.
Hayatı şu Doğu masalını örnek vererek somutlaştırmaya çalışır: ‘‘ Bir çölde yolculuk eden birinin karşısına bir aslan çıkar. O da kaçar ve bir kuyuya rastlar. Kuyuya atlar. Kuyu içinde asılı bir ağaca rastgelir. Ve o ağaca tutunur. Bakar ki kuyunun dibinde bir ejderha. Ağzını açmış, onun ağaçtan düşmesini bekliyor. Bilir ki kuyunun her iki ucunda da kendisini bekleyen ölüm vardır. Yine de o ağaca sımsıkı sarılır. Derken beyaz ve siyah olmak üzere iki fare tutunduğu ağacı kemirmektedirler. Az sonra dal kopacak adam ejderhanın ağzına düşecektir. Yolcu bunu görünce ölümden kurtuluş olmadığını anlar. Dala tutunmaya devam etmekte ve aynı zamanda etrafına bakınmaktadır. Dalın yapraklarında birkaç damla bal görür. Bu damlalara diliyle uzanır ve onları yalamaya başlar.’’
İşte Tolstoy kendi çaresizliğini kuyudaki bu adamın çaresizliğine benzetir. ‘‘Biliyordum ki ölüm ejderhası beni bekliyordu. Ondan kaçış yoktu ve beni paramparça edecekti. Böyle bir işkencenin içine neden düştüğümü anlamıyordum. Beni bir zamanlar avutan o balı yalamaya çalışıyordum. Ama o bal bana artık tat vermiyordu. Siyah ve beyaz fareler yani gece gündüz hayatımı kemiriyorlardı. Eninde sonunda ölümün kucağına düşecektim.’’ İşte insan böyle bir durumda olunca nasıl kalbi ve ruhu huzur bulabilir ki? Tolstoy’un bu bahsettiği şey bir masal değildi. Aslında hayatın ta kendisiydi. İnsanın sahip olduğu makam, zenginlik ve şöhret aslında kuyuda bulunan ağacın üstündeki bir baldı. Er ya da geç ejderha bizi yok edecek yani öleceğiz. Biz ise bal yiyerek kendimizi avutmakla ölümü unutmaya çalışıyoruz.
Tolstoy bu örnekle tüm insanların geçici zevklere kanıp ölüm gerçeğini nasıl unutmaya çalıştığını vurgulamaktadır. Ölüm her an bizi kovalamakta. Ve yakalayacaktır da. O vakit niye ölüm var? Madem ölüm var ve yok olacağız o zaman hayat bir şeylerin peşinden koşmaya yetecek kadar değerli değil. Hayat, bu kadar değerli değilse biz niye varız? Hayat kocaman bir yalan mı? Yaşamaya değecek bir şey yok. O vakit niçin yaşayalım ki? Ailemiz için mi? Aile yani eşimiz ve çocuklarımız sadece birer insan. Onlar da ya bu yalanın içinde yaşamaya devam edecekler ya da korkunç gerçeği görmek zorunda kalacaklar. Niçin yaşamaları gerekiyor ki? Onlar da çaresizliği hissetsin diye mi? Onları seviyorsak onlardan hakikati saklamamalıyız. Bilginin her bir basamağı onları hakikate, gerçeğe götüren klavuzlardır. Hakikat ise ölümün ta kendisidir.
Yukarıda Tolstoy’un anlattığı o masal aslında Suhuf-u İbrahim’de geçen bir hikayedir. Kuyudaki adam hikayesi diye bilinmektedir. Bu hikaye Hristiyan kitaplarında da yer edinmiştir. Küçük farklılıklarla aynı hikaye, Buda’nın öğretilerine de konu olmuştur. Yani ‘‘ölüm kaçınılmaz bir sondur. Ve hayat yaşamaya değer değildir. Her şey geçicidir. O vakit ölümü beklemek tek yapmamız gereken şey olması lazımdır’’ der Tolstoy. Ve bu şekilde hep huzursuz olarak ölümü beklemiştir. Hayattan en ufak bir lezzet alamaz duruma gelmiştir.
Şimdi Tolstoy’un dünyaya baktığı o pencereden bakmak yerine İslam nurunun parlaklığıyla dünyaya bakalım. Hayat beyhude midir? Yoksa belli bir düzenle döşenmiş bir misafirhane midir?
İslam alimleri de yukarıda ki misalin aynısını örnek vererek hayatı ve ölümü anlamlandırmaya çalışmışlardır. Bu misali iki kardeş üzerinden örneklendirirler. Birinci kardeş, hayatı lüzumsuz görür. Bu, Tolstoy’un içinde bulunduğu durumdur. Diğer kardeş ise her şeyin sebepler dairesinde hareket ettiğini görür ki bu da Hz. İbrahim ve yolundan gidenlerin durumudur. Şöyle ki:
‘‘Eski zamanda, iki kardeş, uzun bir seyahate beraber gidiyorlar. Git gide, tâ yol ikileşti. O iki yol başında ciddî bir adamı gördüler. Ondan sordular: “Hangi yol iyidir?” O dahi onlara dedi ki: “Sağ yolda, kanun ve düzene uyma mecburiyeti vardır. Fakat o az bir zorluk içinde bir emniyet ve saadet vardır. Sol yolda ise, serbestiyet ve hürriyet vardır. Fakat o serbestiyet içinde bir tehlike ve şekavet vardır. Şimdi tercih sizdedir.”
Bunu dinledikten sonra güzel huylu kardeş sağ yola gitti. Ve nizam ve intizama bağlı olmayı kabul etti. Ahlâksız ve serseri olan diğer kardeş, sırf serbestlik için sol yolu tercih etti. Zâhiren hafif, mânen ağır vaziyette giden bu adamı hayalen takip ediyoruz:
İşte bu adam, dereden tepeden aşıp, git gide, bir çöle girdi. Birden müthiş bir ses işitti. Baktı ki, dehşetli bir aslan, meşelikten çıkıp ona hücum ediyor. O da kaçtı. Tâ altmış metre derinliğinde susuz bir kuyuya rast geldi. Korkusundan kendini içine attı. Yarısına kadar düşüp, elleri bir ağaca rast geldi, yapıştı. Kuyunun duvarında göğermiş olan o ağacın iki kökü var. İki fare, biri beyaz biri siyah, o iki köke musallat olup kesiyorlar. Yukarıya baktı, gördü ki, aslan nöbetçi gibi kuyunun başında bekliyor. Aşağıya baktı, gördü ki, dehşetli bir ejderha içindedir. Başını kaldırmış, otuz metre yukarıdaki ayağına yaklaşmış. Ağzı, kuyu ağzı gibi geniştir. Kuyunun duvarına baktı, gördü ki, ısırıcı böcekler etrafını sarmışlar. Ağacın başına baktı, gördü ki, bir incir ağacıdır. Fakat hârika olarak, muhtelif, çok ağaçların meyveleri, cevizden nara kadar başında yemişler var.
İşte, şu adam, anlayışsızlığından, akılsızlığından anlamıyor ki, bu basit bir iş değildir. Bu işler tesadüfî olamaz. Bu acayip işler içinde garip sırlar var. Ve pek büyük bir işlettirici var olduğunu akıl etmedi. Şimdi bunun kalbi, ruh ve aklı, şu elîm vaziyetten gizli feryat ve figàn ettikleri halde; nefs-i emmâresi, güyâ birşey yokmuş gibi davranıp, ruh ve kalbin ağlamasından kulağını kapayıp, kendi kendini aldatarak, bir bahçede bulunuyor gibi o ağacın meyvelerini ve ağacın üzerindeki balı yemeye başladı. Halbüki, o meyvelerin bir kısmı zehirli ve muzır idi.
Şimdi biz bu akılsız adamı bu sıkıntıda bırakıp ta öteki kardeşin haline bakalım.
İşte şu mübarek akıllı kardeş gidiyor. Fakat biraderi gibi sıkıntı çekmiyor. Çünkü güzel ahlaklı olduğundan güzel şeyler düşünür ve kendini sakinleştirir. Hem kardeşi gibi zahmet de çekmiyor. Çünkü kanun ve kurallara uyar. Asayiş ve emniyet içinde yoluna devam eder. Sonra gitgide, bu dahi evvelki biraderi gibi bir çöle girdi. Birden kendisine hücum eden bir arslanın sesini işitti. Korktu. Fakat biraderi gibi korkmadı. Çünkü hüsn-ü zannıyla ve güzel fikriyle ‘Bu yolda kanun, nizam ve düzen varsa ve bu düzene uyulmak mecburiyeti varsa burada aynı zamanda bir kanun koyucuda var demektir. Dolayısıyla bu işler onun emri altında oluyor.’ diye düşünüp teselli buldu. Fakat yine de kaçtı, ta altmış metre derinliğinde bir kuyuya rastgeldi. Kendini içine attı. Biraderi gibi ortasında bir ağaca eli yapıştı. Havada muallak kaldı. Baktı ki iki hayvan, o ağacın iki kökünü kesiyorlar. Yukarıya baktı arslan. Aşağıya baktı bir ejderha gördü. Aynı kardeşi gibi bir acayip vaziyet gördü. Bu durum ona da korku verdi. Fakat kardeşinin dehşetinden bin derece hafifti. Çünkü güzel ahlakı ona güzel fikir vermiş ve güzel fikri ise ona her şeyin güzel cihetini gösteriyor. İşte bu sebepten şöyle düşündü ki: Bu acayip şeyler birbiriyle alakadardır. Hem bir emir ile hareket ederler gibi görünüyor. Öyleyse bu işlerde bir sır vardır. Evet bunlar bir gizli Hakimin emriyle dönerler. Öyleyse ben yalnız değilim, o gizli Hakim bana bakıyor; beni tecrübe ediyor, bir maksat için beni bir yere davet ediyor. Ve kendisini bana tanıttırmak istiyor. Böyle güzel düşünerek yalvarmaya başladı:
^Ey bu yerlerin Hakimi! Senin bahtına düştüm. Sana yalvarıyor ve sana hizmetkarım ve senin rızanı istiyorum ve seni arıyorum ve seni tanımak istiyorum^ işte bu niyazdan sonra, birden kuyunun duvarı yarılıp, şahane, nezih ve güzel bir bahçeye kapı açıldı. Belki ejderha ağzı, o kapıya dönüştü. Ve arslan kendisini bahçeye götürecek bir binek şeklini aldı. Ve onu içeriye davet ediyorlar.
Sol kardeş ise hala korkmaya mahküm ve asılı bir şekilde orda durmaya devam ediyor.
Şimdi yukarıdaki misal anlaşıldıysa bu misali hakikate tatbik edelim. Şöyle ki: O iki kardeş ise biri mü’min ve kalbi salih olandır. Diğeri ise kalbi fasık ve ruhu kafir olandır. O iki yol ise biri Kur’an ve iman yolu. Diğeri ise küfür ve isyan yoludur. O çöl ise dünyadır. Ve o arslan ise ölüm ve eceldir. Ve o kuyu ise insan bedeni ve hayattır. O altmış metre derinlik ise insanın ortalama ömrüdür. O siyah ve beyaz fare ise gece ve gündüzdür, insanın ömrünü sürekli tüketmektedirler. O ejderha ağzı ise kabir kapısıdır. Fakat mü’min için zindandan bahçeye açılan bir kapıdır. O böcekler ise dünyadaki musibetler ve sıkıntılardır. Fakat bir mü’min için gaflet uykusuna dalmamak için tatlı uyarıcılardır. O ağaçtaki meyveler ise dünya nimetleridir. Cenab-ı Hak bu ağaçtaki meyvelerin numune olduğunu, aslının o bahçede(cennette) olduğunu anlatmak için o ağacı oraya koymuştur. O sır ve niyaz ise iman ve hikmettir. Ve o ejderha ağzının bahçe kapısına dönüşmesi şuna işarettir ki: Kabir ve ölüm, ehl-i küfür için zindan gibi sıkıntılı bir yer veya yokluk demektir. Ehl-i Kur’an ve İman için ise dünya zindanından baki bir bahçeye yolculuk ve hayat zahmetinden kurtulup rahatlığa açılan kapıdır.
Elhasıl: Her kim, fani ve geçici şeyleri esas maksat yaparsa zahiren bir cennet içinde olsa da manen cehennemdedir. Zira Tolstoy’un amacı iyi bir yazar olmak, tanınmak ve zengin olmaktı. Bu istediklerini elde etmesine rağmen dünya onun için bir zindan olmuştu. Çünkü bu istedikleri geçici lezzetlerdi. Ve her kim ahiret hayatını esas maksat yapsa, zindanda dahi olsa saraydadır. Hz. İbrahim, Hz. Yusuf gibi dünyası ne kadar sıkıntılı olsa da dünya hayatını, cennete açılan bir kapı ve sıkıntılarını ise, kendisi için bir uyarıcı olduğunu anlar tahammül eder. Hoş görür ve sabır içinde şükreder. Hz. Süleyman ve Hz. Davut gibi ne kadar da dünya nimetlerine sahip olsa da bunlara bel bağlamaz, geçici ve numune olduğunu anlar. Asıl nimete kavuşmayı yani cennete gitmeyi arzular. Huzuru bu dünyada aramaz. O Hakim’in, huzuruna varmak için niyazda bulunur. Yani dünyaya niye geldiğini anlar. Neden dünyada olduğunu anlar. Dünyada olmasının amacı; geçici bal ve meyveler olmadığını anlar. Ölümün niye gerekli olduğunu anlar. Bunu anladıktan sonra insan huzur bulur, hayat anlamlaşır ve değer kazanır. İşte Tolstoy’un peşinde koştuğu huzur buydu. Reçetesi de İslamiyet idi.
Not: Tolstoy’un ömrünün son günlerinde arayış peşindeyken Hindistan’da Sühreverdi’nin, ‘‘Hz. Muhammed’in Hadisleri’’ adlı kitabı ile karşılaştığı bilinmektedir. Ve bu kitabı okuduktan sonra ‘‘Hz. Muhammed’’ diye bir kitap yazar. Bunu Rusya’nın Porednik adlı yayınevinde bastırmıştır.
Hamdullah ASKAR
Muhammedilik, Haça tapmaktan mukayese edilemeyecek kadar yüksekte duruyor. Aklı başında her insan, şüphe ve tereddüt etmeden Muhammediliği; tek Allah’ı ve onun peygamberliğini kabul ederdi.
LEV TOLSTOY
Kaynakça
Sonbahar akşamları bir başkadır. Eylül’de mavi önlüğü giyip, beyaz yakalığı takarak okulun ilk haftası ve ilk günü birinci sınıfa başlamak ise bambaşkadır. İşte ben de o gün çantama kitaplarımı ve defterlerimi koyup okulun yolunu tuttum. Çanta dopdolu, ağırlığından zar zor yürüyorum. İçinde kitapların dışında bir kaç domates birazda ekmek var. Malum acıkacağız. Çanta nasıl doldurulur yıllardır büyüklerimize bakarak öğrenmiştik. Doldururlarken çantayı, onları hayranlıkla izler, ne zaman okula başlayacağımızı hayal ederdik.
İşte benim aşkla gittiğim okul ise Van’ın Muradiye ilçesinin Köşk Köyü’ndeydi. Köşk Köyü Okul’u o zaman çevre köylerin en popüler okuluydu. Oysa okul daha yeni yapılmış yeni faaliyete girmişti. Boyası, badanası, bahçeye ekilen çimler bile yepyeniydi. Okulun Müdürü bile yeni müdür olmuş, çoğu öğretmeni yeni atanmıştı. Yani her bakımdan taptaze bir okuldu. Ama sanki ilçenin yıllardır en başarılı okuluymuş gibi ilgi görüyordu. Biz bile okulun yanından geçerken dönüp bir daha bakardık. Daha sonraları anladık ki bizim okulun şanı cüssesinden geliyormuş. O zaman tek katlı binalar içinde dört katlı tek yapı bu okuldu anlayacağınız. Yani okulumuz boy farkı ile öndeydi. Sonra boyuna yaraşır başarıyı yakaladı tabi, o da ayrı mesele…
Okulun ilk günleri heyecanlıyız, tabi yaramazlık da var biraz. Yine kapının kolunu kırmışız. Okul müdürü bir hışımla içeri girdi, müdürün mimiklerinden bize kızdığı anlaşılıyor. Ama ne dediğini anlamıyoruz. Malum, o dönemin çocukları olarak, Kürtçeyi evde öğrenmişiz, Türkçeyi ise bismillah deyip okulda öğreneceğiz. Müdür, sopayı getireceğim ve sizi döveceğim deyip çekip gitti. Sopa deyince el işaretiyle elini yukarı kaldırıp indirmişti bir kaç defa. Belliydi ki bu sopa önemli bir şeydi. Ama neydi? Müdür gidince hemen “beyin fırtınası” yapmaya başladık. Sopa, acaba soba mıydı? Çünkü soba Kürtçede de soba idi. Ama müdürün bahsettiği soba olamazdı. Çünkü okulumuz kaloriferliydi. Hem Eylül ayıydı, havalar da sıcaktı. Hem de bir insan niye soba deyip de kızsın ki? Neyse ki imdadımıza Yusuf arkadaşımız yetişti. O da İstanbul’da büyümüş, ailesiyle birlikte bir kaç aydır tekrardan köye yerleşmişlerdi. Garibim o da ailesi onunla hep Türkçe konuşmuş ve kendisi Türkçe bilip, Kürtçe bilmiyordu. Ama Allah var, çocuk var gücüyle bize sopanın ne olduğunu ve birazdan felaketin kopacağını anlatmaya çalışıyor. Elini masaya, sıraya falan vuruyor, tahtadan yapılan ne varsa hepsine dokunuyor, ama nafile. Yusuf tahtaya dokununca hepimiz hep birlikte “aha müdür tahtadan bahsediyormuş” deyip. Sonra yine hep birlikte “niye tahta getirsin ki zaten tahta var sınıfta” deyip tekrardan Yusuf’un ne demeye çalıştığına odaklanıyorduk. Yusuf her neye dokunduysa neredeyse tepkimiz hep aynı oluyordu “niye olsun ki zaten sınıfta var.”
Derken müdür bir önceki girişinden daha haşin bir şekilde içeri girdi. Elindeki sopayla sırayla ellerimize vurdu. Ve biz o gün sopanın ne olduğunu uygulamalı öğrenmiş olduk. Ta o zamanlarda, okulun ilk günlerinde evvela “beyin fırtınası” yapıp, sonra öğrendiklerimizi yaparak-yaşayarak öğreniyorduk anlayacağın. Bloom’muş, Carrol’muş, Skinner’imiş, biz o öğrenme modellerini daha o dönemde uygulamaya başlamıştık bile. Ah yıllar ah…
Müdür, bizi dövdüğü için kızgın mıydık ona? Belki o anlık için evet. Ve vurduğu için de hiç birimizin psikolojisi bozulmadı. Hiç birimiz gece korkudan uykumuzdan uyanmadık. Bizim kızgınlığımız da onun kızgınlığı da bir iki saatte geçerdi. Zaten o zaman teneffüste falan onu bahçede gördük mü hemen yanına koşardık. Şimdi de nerede görsek hemen yanına gideriz. Geçenlerde arkadaşlarla oturuyoruz. Yanımızdan müdürümüz geçmişti. Üç arkadaş hemen kalktık arkasından koştuk, yanına vardık, elini öptük. Biraz yaşlanmıştı. Ama hala dinçti. Kendimizi ona tanıtınca hemen hatırladı. İlk söylediği şey ‘‘Lan sizin yüzünüzden bir senede, o sınıfın dört tane kapı kolunu değiştirmiştim, kapı kolunu salıncak niyetine kullanan canavarları unutmak mümkün mü?’’ demek oldu. Hakikaten unutmamıştı. Aradan yaklaşık on beş sene geçmesine rağmen hala hatırlıyordu. Orda biraz şakalaşıp, sohbet etmiştik.
Yine bir gün okulda çok önemli bir şey öğrendiğim günlerdendi. Öğretmen: “Evde herkes patatesten şekil yapsın sonra o şekli boyasın defterine bassın” diye ödev verdi. Öğretmenle Türkçe konuşamadığımız için ona hiç bir soru sormazdık. O bize bakınca onunla göz göze gelmemek için hemen başımızı yana çevirirdik ki Türkçe bilmediğimizi anlamasın. Ben de ona patatesin ne olduğunu sormadan eve geldim. Elimde kalem, kanepeye uzanmış şekilde tavana bakarak düşünüyorum. Patatesin ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Patatesin sonundaki ‘s’ harfi, patatesi zihnimde çok farklı bir yerde konumlandırıyordu. O zamanlarda büyüklerle beraber yabancı filmleri izlerken işittiğim Markos, Herakliyus, Hernandes veya Cris gibi Patates de, o yakışıklı aktörlerden birinin ismi gibi geliyordu bana. Kendi kendime o filmlerde geçen cümlelere benzer cümleler kurmaya çalışıyordum. “Merheba Markos” ya da “Cris yine çok iyisin” veya “Hey dostum Patates! nerelerdesin” gibi cümleler kurarak patatesi çoktan Hollywood’un zirvesine çıkartmıştım bile. Aslında bunu yapmamın sebebi patatesi zihnimde bir yere oturtabilmekti. Ama anlaşılan çok farklı bir yere oturtmuşum.
Annem de o sırada ev temizliği ile uğraşıyor. Bir ara dönüp bana baktı. Ve Kürtçe: “Ne o, tavanın ölçüsünü mü alıyorsun, ödevin yok mu senin?” dedi. Ben de Kürtçe: “Var ama hocanın bir kelimesini bir türlü anlamadım” dedim. Hemen doğrulup heyecanlı bir şekilde: “Bak anne, öğretmen üç şey dedi. Bunlar boya, şekil ve patates. Boyanın ne olduğunu biliyorum, şeklin de ne olduğunu geçen hafta öğrendim. Ama patatesi bilmiyorum. Bu patates kimdir” diye sordum? Sonra içimden annemin doğru düzgün Türkçe bilmediğini geçirince sorduğuma pişman olmuştum. Annem: “Oğlum patates kimdir diye sorulmaz, patates nedir diye sorulur. Patates, “kartol”dur oğlum. Yemekte yapılan kartol var ya işte o’’ dedi. Patatesin Kürtçe adı kartoldu. Tabi annemin bu dediği içime sinmedi. Annemin, patatesin kartol olduğunu bileceğini düşünemiyordum. Daha sonra kendi kendime o da benim gibi Türkçe bilmiyor ki, öylece aklına ilk gelen şeyi söylemiştir yani tahmin yürütmüştür dedim. ‘‘Yok anne patates hiç kartol olur mu?’’ falan diye itiraz ettim. Ama o ne yaptıysa patatesin kartol olduğuna inandıramadı beni.
Benim anlam veremediğim şey koskoca öğretmen gelip kartolden bahsedecek hem de sınıfta. Olacak şey değildi. Öğretmen gözümüzde o kadar yüceydi ki böyle kartol gibi şeylerden bahsedemezdi. O hep önemli şeylerden bahseder diye düşünürdük. Büyüklerimiz bile öğretmenle konuşurken hal hareketleri değişir. Öğretmene karşı saygınlık içerisinde konuşurlardı. Şimdi herkesin karşısında saygınlık içerisinde konuştuğu o kişi gelip patatesten bahsedemezdi. İmkanı yoktu.
Yine kanepeye uzanıp, ablamın okuldan gelmesini bekledim. Ablam gelir gelmez anneme anlattığım aynı şeyi ona da anlattım. Sonra böyle biraz çekingen bir tavırla ‘‘abla patates kartol mudur?’’ diye sordum. Bu soruyu sorarken içimden ‘‘inşallah patatesin kartol olmadığını söyler’’ diye dua ediyorum. Evet derse öğretmenin, gözümde karizması yerle bir olacak diye düşünüyorum. Ablam evet deyip mutfağa gitti. Ben hiçbir tepki veremedim. Öylece kala kaldım. Ablam elinde bir patates ve bıçakla tekrardan geldi. Patatesi kesti, yıldız şeklini verdi daha sonra boyadı ve defterime baskıladı. Bu ödevi geçen sene biz de yaptık dedi. Bir anda hızlıca ablamın yanına gittim ve elindeki patatesi aldım. ‘‘vay be! Benim öğretmenim de her şeyi biliyor, baksana patatesten yıldız bile yapıldığını biliyor, demek ki bu patates önemli bir şey’’ deyip. Öğretmeni patates seviyesine indirmeden, patatesi öğretmenin seviyesine yükselttim. Ve böylece patates hak ettiği değeri almış olduJ
Öğretmenler, ailelerimizi çok yakından tanırdı. Sürekli de ev ziyaretinde bulunurlardı. Onlar eve gelince biz, saygı ile utanma arası bir hisle, kendimizi onlara göstertmemeye çalışırdık. Ama hizmet etmeyi de ihmal etmezdik. Sofrayı serer, çaylarını doldururduk. Hocaların değerini biz ailelerimize bakarak öğrenmiştik. Çünkü aileler, öğretmene karşı daima alçak sesle konuşur ve öğretmen konuşurken de onları pür dikkat dinlerlerdi. Rol model aldığımız babanın, öğretmene karşı bu tavrını gözlemler aynı şekilde davranmaya çalışırdık. Yani o zamanlar ailelerimiz, öğretmenleri gözümüzde değerli kılmıştı. İşte o yüzden, o dönemin çocuklarına ‘‘ büyüyünce ne olacaksın’’ diye sorulduğunda, genel olarak ‘‘ öğretmen olacağım’’ cevabı alınırdı. Ben de büyüyünce öğretmen olacağım diyenlerdendim…
Bu sebepledir ki öğretmen olmayı istemek, öğretmene verilen değerle doğru orantılı olduğu anlaşılıyor. Öğretmenlere çok değer verildiğinde ne olur? Öğretmenlik çekici bir meslek olur. Ve çok kişi öğretmen olmak ister. Ve bu mesleği isteyenlerin arasından yetkin ve en iyileri seçilir ve yetiştirilir. Böylece eğitim kalitesi arttırılır. Aynı zamanda toplumda kendisine değer verildiğini bilen kişinin meslek başarısı yüksek olur. Şimdi ise öğretmenlik toplumda değer verildiği için seçilen bir meslek değil, ‘‘Hiçbir yeri kazanamadı bari öğretmen olsun’’ söyleminden de anlaşıldığı gibi öğretmenlik işsiz kalmamak için seçilen bir meslek olmuş durumda.
Aslında halk arasında söylenen deyimlere ve söylemlere falan baktığımızda bir toplumda nelerin değer gördüğü veya nelerin değer görmediğini en iyi şekilde anlarız. Yaşı epey ilerlemiş erkek bekar bir öğretmenle konuşurken nasıl bir hata yaptıysam konuyu farkında olmadan evliliğe getirmişim. Arkadaş iç çekince o zaman anladım ki damarına basmışım. Ben hemen sustum. Evliliği ve neden şimdiye kadar evlenmediğini, her zaman dinlediğim meselelerini uzunca anlattı. Hem konuyu yanlışlıkla buraya getirdiğim için kendimi suçlu hissediyor, hem de anlattıklarını daha önce defalarca dinlediğim için bir an önce başka bir konuya geçilmesi için konuşmayıp sadece onu dinliyordum. Sonra biraz sustu. Ve bir anda bir veryansınla ‘‘Yav arkadaş! şu doktorları ve mühendisleri falan en çok niye kıskanıyorum biliyor musun?’’ diye sordu. ‘‘ Yok bilmiyorum, niye kıskanıyorsun’’ dediğimde, cevap olarak ‘‘Yaşlı teyzeler evde kalmış kızlarını övmek için, ‘kızımı ne doktorlar, ne mühendisler, ne avukatlar istedi de ben vermedim’ derler ya, işte bu söylemlerden dolayı kıskanıyorum. Hiçbir teyze kızımı ne öğretmenler istedi de ben vermedim demiyor ya. Evde kalmış, yaşı geçmiş kızlarını bile biz öğretmenlere layık görmüyorlar, işte buna içim yanıyor.’’ dedi. Zaten neden evlenmediği öğretmen olması ile biraz alakalıydı. Her neyse… Hakikaten son birkaç yıldır teyzelerin bu söylemini dizilerde, filmlerde sıkça duymaya başlamıştık. Hele ki öğretmenlik topluma irfan ordusu kazandırmaya çalışan bir meslek olmasına rağmen, toplumda öğretmenlerin gördüğü değer, diğer mesleklere kıyasla çok aşağıda kalıyor.
Geçmiş dönemlerde öğretmene verilen değer, hiç şüphesiz daha yüksekti. Peki o dönemde öğrenci başarı seviyesi düşük müydü? Tartışmaya mahal vermeyecek şekilde öğrenci başarı seviyesi geçmiş dönemlerde daha iyiydi. O zamanlarda lise mezunu bir öğrenci makale, eleştiri, fıkra yazabilecek seviyedeydi. Hatta birkaç lise öğrencisi birleşip dergi çıkartması bile sık sık duyduğumuz şeylerdendi. Şimdi ise öğretmenin kravatıyla oynayan, öğretmeninin onurunu zedeleyen, bir patatese değer verdiği kadar öğretmenine değer vermeyen bazı öğrencilerin davranışlarını sık sık duyuyoruz. Ve şaşırıp kalıyoruz. Acaba bu duruma nasıl gelindi diye düşünüyoruz.
İmkanların kısıtlı olduğu o dönemlerde, bu zamana kıyasla daha başarılı ve daha ahlaklıydık. Tekrardan daha da başarılı olabiliriz. Nasıl? Tek bir şartla; öğretmenleri daha fazla onurlandırmakla. Aristo’nun dediği gibi ‘‘çocukların öğretmenleri, onların ebeveynlerinden daha fazla onurlandırılmalıdır. Zira anne ve babalar çocuklarına sadece yaşam verirler, öğretmenler ise yaşama sanatını.’’
Bu bilinçle hareket edildiğinde öğrenci patatese, kapının koluna ve hatta sopaya rağmen öğretmenine karşı büyük bir sevgi ve hayranlık duyar. Sopa kelimesi yanlış anlaşılmasın eğitimde şiddeti savunmuyorum. Sadece öğretmenin patatesten daha değerli olduğunu söylemeye çalışıyorum. Vesselam…
NOT: Bana can verdiği için babama ve anneme, iyi yaşamım için de öğretmenime minnettarım.
BÜYÜK İSKENDER(Aristo’nun öğrencisi)
Hamdullah ASKAR
Gazze hakkında çok şeyler yazıldı. Çok şeyler söylendi.. Kimileri Filistin’in İsrail tarafından işgalinin tarihsel sürecini anlattı. Kimileri şiirler yazdı. Kimileri o şiirlerden bazı dörtlükleri durmadan haykırdı. Kimileri mitingler, eylemler, protestolar ve yürüyüşler yaptı. Kınamakla yetinenleri saymazsak hepsi de çok kıymetliydi. Ne yazık ki zulmün bitmesine yetmedi. İsrail dur(durul)madı katletmeye devam etti. İsrail dursun diye insanlar İsrail ürünlerini almamaya başladı, boykot etti. Buna rağmen zulüm hala devam ediyor. Sonradan anlaşıldı ki meğer zalim sadece İsrail değilmiş.
Gazze’de iki zalim var. Biri bizden biri onlardan. Onların zalimini biliyoruz. Dur durak bilmeyen Gazze’de çocuk- yaşlı, kadın- erkek demeden gördüğü her Müslümanı katleden zalim İsrail ve ona destek veren batı ülkeleri. Diğeri ise İsrail’e gerçek manada yaptırım uygulamayan Müslüman nüfusunun çok olduğu ülkeler. Dikkat buyurun “İslam Ülkeleri” demiyorum. Müslüman nüfusunun çok olduğu ülkeler diyorum. Zira anlaşıldı ki “İslam Ülkesi” diye bir şey yok Müslüman nüfusunun çoğunlukta olduğu ülkeler var. Bu ülkelerin yöneticileri ise tamamen bir ikiyüzlülük içindeler. İsrail’e hakiki manada bir yaptırım uygulamadılar. Birlikte hareket edip İsrail’i durduracak ciddi bir adım atmadılar. Gazze’de yaşanan vahşetin kendi ülkelerinin gündeminde kalmaması için sarf ettikleri çabayı İsrail’i durdurmak için sarf etmediler. Gazze’de yaşanılan zulmün halk nazarında sıradanlaşması için ülkelerinde devasa eğlence organizasyonları düzenlediler. Gazze’yi gündemde tutmamak için medyaya abuk sabuk haberler sürdüler. Halkın İsrail zulmüne olan öfkesinin kitlesel bir harekete dönüşmesini engellemek daha doğrusu zulme öfkelenen halkın gazını almak için kınamaktan öteye gitmeyen mitingler yaptılar. Bu mitingleri utanmadan da seçim mitinglerine dönüştürdüler. Gazze’nin bekasını kendi koltuklarının bekasına bağladılar. Gazze zulüm altında inim inim inlerken onlar yaptıkları Kudüs edebiyatıyla seçimler kazanıp Gazze’ye kulaklarını tıkayıp yüzlerini çevirdiler. Evet gerçekten tükürmek lazım zalimlerin o hayasız yüzüne.
Gazze’de iki zalim var. Biri bizden biri onlardan. Onlardan olanı tanıyoruz. Hastane, okul ve ibadethane demeden her yeri bombalayan İsrail’e, var gücüyle destek veren Amerika ve onun yardakçıları. Diğer zalim ise Gazze’de yapılan soykırıma karşı gelmek yerine Gazze’de yaşanılan bu drama, İsrail –Filistin savaşı diyecek kadar kıblesi şaşmış Müslüman liderler. Bir taraftan tüm batılı devletlerin(medeni(!), modern(!), hakperest(!) ve ilkeli(!)) desteğini alan dünyanın en iyi askeri teçhizatına sahip İsrail, diğer tarafta ise dünyanın en savunmasız, en güçsüz, açlığa, yokluğa ve ölüme mahkum edilmiş Filistinliler var. Ve Filistinlilerin her gün ama her gün katledilmesine İsrail – Filistin savaşı diyen zalim Müslüman liderler var. Bu Müslüman liderler defaatle bir araya geldiler. Beraber oturup pozlar verdiler ardından dağıldılar. Ne hikmetse hiçbirinin aklına İsrail’i AİHM’de yargılamak gelmedi. Ama Müslüman olmayan Güney Afrikan’nın aklına geldi. Yine her ne hikmetse bu Müslüman liderler İsrail ile ticareti kesmeyi hiç düşünmediler. Uluslararası arenada İsrail’i bu zulümden caydırmak için somut hiçbir adım atmadılar.
Daha önceki dönemlerde Müslüman liderler nispeten de olsa İsrail zulmüne karşı baş kaldırmışlardı. Mesela; 1975’te Kral Faysal İsrail zulmünü durdurmak için batı ülkelerine petrol satışını yasaklamıştı. Diğer Arap ülkeleri de Faysal’ı desteklemişti. Batının ciddi manada ekonomisi zarar görmüştü. Bu yaptırım, Amerika’yı zora sokmuş ve geçici de olsa İsrail durdurulmuştu. Ama ne yazık ki Faysal bir suikaste kurban gitti. Faysal hayatı pahasına dahi olsa Gazze’deki zulme ortak olmamıştı. Bu dönemde ise liderler bırakın Faysal gibi petrol satışını durdurmayı ‘İsrail ile ticaret hacmimizi daha nasıl büyütürüzün’ derdindeler. Çünkü onlar, canlarını da mallarını da Gazze’de öldürülen bebeklerden kıymetli görüyorlar. Üstüne bir de kalkıp “Gazze, Kudüs, İnsanlık ve Müslümanlık ” naraları atma pişkinliğini gösteriyorlar. Bu liderlerin attıkları her adım ve konuştukları her söz zulüm saçıyor. Bu, zulme rıza göstermek değil, zalimin ta kendisi olmaktır.
Gazze’de iki zalim var. Biri bizden biri onlardan. Onlardan olanı biliyoruz. Hitler’in zulmünden kaçıp sığınmacı olarak Filistin’e gelip Filistinlileri katleden Theodor Herzl’in çocukları. Bizden olana gelince; Dillerinde hak, demokrasi ve özgürlük kavramları pelesenk olmuş fakat mesele Gazze olunca bin bir bahane öne sürüp susanlar. Onlara “Gazze’de katliam var” denildiğinde, “abartmayın sadece Gazze’de zulüm yok ki” diye karşılık verirler. “Yahu! Oradaki tüm insanlar ölüme sürgüne açlığa mahkum edilmiş” denildiğinde, Filistinlilere iftira etmek suretiyle “Filistinliler de topraklarını satmasaydı.” diyerek İsrail zulmünü sözüm ona kendilerince haklı bir gerekçeye bağlıyorlar . Onlara “ Filistin’e yardım ulaşamadığı için bebekler açlıktan ölüyor.” denildiğinde “Araplar hak ediyor, onlara güven olmaz” diyorlar. Bre insan bozması canavarlar, bebek diyorum bebek. Bebeğin ırkına mı bakılır, dinine mi bakılır ideolojisine mi bakılır? Sırf ırkından dolayı insanların maruz kaldığı zulmü hafife almak vahşiliğin en ilkel versiyonudur. Ki İsrail, kadın- erkek, yaşlı-çocuk demeden tüm sivilleri katlediyor. Bu insanların Arap olup olmaması, cani İsrail için bir anlam ifade etmiyor. İşte bizdekilerin haktan, hukuktan, demokrasiden ve insanlıktan anladıkları tek şey ‘Müslüman olanların hakkı olmaz’. Bilinç altlarında bu anlayış yatıyor. Müslümanlara karşı zulüm ne kadar büyük olursa olsun, Müslümanları kim katlediyorsa etsin mutlaka Müslüman haksızdır düşüncesine sahipler. Zihinlerindeki pislik ve kalplerindeki çürümüşlük nedeniyle Müslümanlar katledilirken onlar zalimlerden yana tavır takınırlar. Oysa mazlum her yer yerde mazlumdur. Mazlumun dini, dili, rengi, ırkı, cinsiyeti ve yaşı sorulmaz. Ancak bunlar, lafa gelince en büyük demokrat ve hümanist kesilirler. İşlerine gelmeyince de başlarını kuma gömerler.
Gazze’de iki milyon insan yerine iki milyon kedi veya başka bir hayvan bu vahşete maruz kalsaydı tüm dünya ayağa kalkardı. Hiç olmazsa Filistinlilerin katledilmesinden daha çok ses çıkarırlardı. Batı dünyası hemen “Netanyahu cinnet geçiriyor” deyip onu alaşağı ederdi. “Siyonizm bir vahşettir.” der hemen bu katliamı bitirirlerdi. Müslüman liderler ise daha fazla ses çıkarırdı. Ses çıkarmakla kalmaz harekete de geçerlerdi. Hayvanların insanlardan daha kıymetli olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Ve böyle bir asırda yaşamaktan daha acı bir şey olmamalıdır. Önümüzde iki seçenek var. Birincisi İsrail’in bu zulmüne, Müslüman liderler gibi sessiz kalıp zalime destek vereceğiz. İnsanlık, özgürlük ve demokrasi anlayışımızı Müslümanlar katledildiği sürece bir kenara bırakacağız. Bu hayvandan daha aşağı bir duruma düşmektir. İkincisi Zalimlere, zalim olduklarını her fırsatta hatırlatacağız. Bulunduğumuz her konumda bu zulmü haykıracağız. Zalimin zulmüne meyil dahi etmeyeceğiz. Kimimiz diliyle kimimiz kalemiyle kimimiz duasıyla velhasıl hepimiz gücümüzün yettiğince bu zalimlere ve bu zulme sessiz kalanlara baskı yapacağız. Bu baskıyı tüm benliğimizle yapmalıyız ki aramızdaki bu zalimler, İsrail’den değil bizden korksun. Korksun ki ya olmayan insanlıklarıyla başımızdan def olup gitsinler. Ya da bulundukları makamın hakkını verip zalime karşı dursunlar. Aksi takdirde “insan kalabilme” şansımız dahi olmayacaktır.
Hamdullah ASKAR
Diyarbakır Web Tasarım Ajansı